Mekke devrinde nazil olan Fecr Suresi, fecr vaktinin bereketiyle insanı Allah’ın kudretini tefekküre, dünya hayatının faniliğini idrake ve ahiret yurduna hazırlanmaya çağırır. 30 ayetten müteşekkil bu mübarek sure, adını ilk ayetindeki “Vel-Fecr” (tan yerinin ağarması) kelimesinden alır ve Allah’ın şafak vaktine, on geceye, çifte ve teke yemin etmesiyle kainatın nizamına dikkat çeker. Geçmiş kavimlerin helakini hatırlatarak azgınlığın akıbetini, insanın mal ve nimetle imtihanını anlatarak nefs muhasebesini öğütler. İdrak ederek okuyan müminin imanını artırır, kibir ve tamahtan arınmaya vesile olur. Allah’ın her an kullarını gözetlediğini (lebil-mirsad) hatırlatan sure, insanı salih amellere ve yoksulu gözetmeye sevk eder.
Bismillahirrahmanirrahim
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَالْفَجْرِۙ١وَلَيَالٍ عَشْرٍۙ٢وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِۙ٣وَالَّيْلِ اِذَا يَسْرِۚ٤هَلْ ف۪ي ذٰلِكَ قَسَمٌ لِذ۪ي حِجْرٍۜ٥اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِعَادٍۙۖ٦اِرَمَ ذَاتِ الْعِمَادِۙۖ٧اَلَّت۪ي لَمْ يُخْلَقْ مِثْلُهَا فِي الْبِلَادِۙۖ٨وَثَمُودَ الَّذ۪ينَ جَابُوا الصَّخْرَ بِالْوَادِۙۖ٩وَفِرْعَوْنَ ذِي الْاَوْتَادِۙۖ١٠اَلَّذ۪ينَ طَغَوْا فِي الْبِلَادِۙۖ١١فَاَكْثَرُوا ف۪يهَا الْفَسَادَۙۖ١٢فَصَبَّ عَلَيْهِمْ رَبُّكَ سَوْطَ عَذَابٍۙۖ١٣اِنَّ رَبَّكَ لَبِالْمِرْصَادِۜ١٤
فَاَمَّا الْاِنْسَانُ اِذَا مَا ابْتَلٰيهُ رَبُّهُ فَاَكْرَمَهُ وَنَعَّمَهُ فَيَقُولُ رَبّ۪ٓي اَكْرَمَنِۜ١٥وَاَمَّٓا اِذَا مَا ابْتَلٰيهُ فَقَدَرَ عَلَيْهِ رِزْقَهُ فَيَقُولُ رَبّ۪ٓي اَهَانَنِۚ١٦كَلَّا بَلْ لَا تُكْرِمُونَ الْيَت۪يمَۙ١٧وَلَا تَحَٓاضُّونَ عَلٰى طَعَامِ الْمِسْك۪ينِۙ١٨وَتَأْكُلُونَ التُّرَاثَ اَكْلاً لَماًّۙ١٩وَتُحِبُّونَ الْمَالَ حُباًّ جَماًّۜ٢٠كَلَّٓا اِذَا دُكَّتِ الْاَرْضُ دَكاًّ دَكاًّۙ٢١وَجَٓاءَ رَبُّكَ وَالْمَلَكُ صَفاًّ صَفاًّۚ٢٢وَج۪ٓيءَ يَوْمَئِذٍ بِجَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ يَتَذَكَّرُ الْاِنْسَانُ وَاَنّٰى لَهُ الذِّكْرٰىۜ٢٣يَقُولُ يَا لَيْتَن۪ي قَدَّمْتُ لِحَيَات۪يۚ٢٤فَيَوْمَئِذٍ لَا يُعَذِّبُ عَذَابَهُٓ اَحَدٌۙ٢٥وَلَا يُوثِقُ وَثَاقَهُٓ اَحَدٌۜ٢٦يَٓا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُۗ٢٧اِرْجِع۪ٓي اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةًۚ٢٨فَادْخُل۪ي ف۪ي عِبَاد۪يۙ٢٩وَادْخُل۪ي جَنَّت۪ي٣٠
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Fecr suresi, Mekke döneminde inmiş olup iniş sebebi hakkında Kuran’da veya sahih hadislerde açık bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak müfessirler, surenin genel olarak Mekke müşriklerinin dünyevi zevklere dalmaları, ahireti unutarak mal ve güçle böbürlenmeleri karşısında bir uyarı olarak indiğini belirtirler.
Fecr suresi ismini, surenin ilk ayetinde geçen “Vel-Fecr” kelimesinden gelir. Arapça’da “fecr”, tan yerinin ağarması, şafak vakti veya sabahın ilk ışıkları anlamına gelir. Bu isim, surenin başlangıcında Allah’ın fecr vaktine yemin etmesiyle ilişkilidir. Fecr, hem gerçek anlamda sabah vaktini ifade eder hem de mecazi olarak aydınlanma, yeni bir başlangıç veya hakikatin ortaya çıkışı gibi anlamlar taşıyabilir.
Fecr Suresi, Mekke döneminde inen bir suredir ve temel konusu, insanın dünya nimetlerine kapılarak ahireti unutması, Allah’ın kudretine ve hesabına karşı duyarsız kalmasıdır. Sure, Ad, Semud ve Firavun gibi önceki kavimlerin helak oluşlarını hatırlatarak Allah’ın azabının kaçınılmazlığını vurgular. İnsanların mal, güç ve kibirle sınandığını, yoksulu gözetme gibi ahlaki sorumlulukları ihmal ettiğini belirtir. Ahiret gününü hatırlatarak insanı tefekküre ve doğruya yönelmeye çağırır.
“Sabah aydınlığı” diye çevirdiğimiz fecr kelimesi masdar olarak “tan yerinin ağarması”, isim olarak “sabah aydınlığı, şafak vakti, tan yerinin ağarma zamanı” gibi anlamlara gelmektedir. Tan yerinin ağarma zamanı ortalığın aydınlanmaya, canlıların da uyanmaya başlaması, bir çeşit yeniden dirilmeye benzediği için yüce Allah sabah aydınlığına yemin ederek aşağıda anlatılacak konulara dikkat çekmiştir (Razî, XXXI, 161; ayrıca krş. Tekvîr 81/18). 2. ayette geçen on gecenin, hac ayı olan zilhiccenin ilk on gecesi, hicrî yılın birinci ayı olan muharremin ilk on gecesi, ramazanın ilk veya son on gecesi olduğu yönünde değişik rivayetler vardır. Ancak birinci mana tercihe daha uygundur. Çünkü bu sûre Mekke’de indiğine, ayrıca ramazan orucu da Medine’de farz kılındığına göre ikinci ve üçüncü şıklardaki günler sûrenin indiği dönemde özel bir önem taşımıyordu. Zilhiccenin ilk on günü ise sûrenin inmesinden önce de Araplar’da kutsal sayılıyordu. 3. ayette geçen “çift ve tek”ten neyin kastedildiği konusunda da farklı yorumlar bulunmakla birlikte, çift olanıyla, tek olanıyla bütün varlıklar üzerine yemin edildiğini söylemek en uygun olanıdır. Çünkü varlık yokluğa göre bizatihî bir değerdir. Nitekim İslam düşünce tarihinde varlık hayır, yokluk şer kabul edilmiştir. Ayrıca burada belli varlıklardan ziyade bu kavramlara (tek ve çift) dikkat çekildiği; mutlak tek olan Allah’ın dışında “tek”in bulunmadığına, tek gözüken yaratılmış varlıkların, ortak özellikleri göz önüne alındığında çift ve benzer olduklarının düşünülmesi yönünde yol gösterildiği de söylenebilir (bilgi için bk. Şevkanî, V, 506; Ateş, X, 457). 4. ayette zikredilen “geçip gitmekte olan gece”nin, “Müzdelife gecesi” veya “bayram gecesi” olduğu söylenmiştir (bk. Elmalılı, VIII, 5797). Ancak ifadenin mutlaklığını ve başka pek çok ayette birçok kozmik varlık ve olaylara, belirleme yapılmaksızın yemin edildiğini dikkate alarak bunu da bütün geceler olarak anlamak daha uygun olur.
5. ayetteki “Düşünen kimse için bunlar yemine konu olacak kadar önemli değil midir?” cümlesinin başında aslında soru edatı bulunmakla birlikte bunun, kesinlik edatı olan “kad” anlamıyla kullanıldığı konusunda görüş birliği vardır. Bu ifade tarzı, yukarıda kendilerine yemin edilen varlıkların çok önemli varlıklar olduğunu gösterir. Uygun olan her türlü takdire açık olsun diye yeminlerin cevabı yani ne maksatla yemin edildiği belirtilmemiştir. Müfessirlere göre Allah Teala bu dört ayette kendi katında önemli olan varlıklara yemin ederek öldükten sonra dirilme, kıyamet, hesap, ceza ve mükafatın gerçekleşeceğini vurgulamıştır; yahut yeminin cevabı “Çünkü rabbin her şeyi yakından izlemektedir” mealindeki 14. ayettir. Bu da şöyle yorumlanmıştır: Yukarıda sayılanlara yemin olsun ki rabbin her şeyi yakından izlemektedir; hiçbir şey O’nun bilgisi dışında değildir; O, bütün yapıp ettiklerinizi bilmektedir ve karşılığını ceza veya ödül olarak verecektir” (Şevkanî, V, 507).
“Akıl” manasında kullanılan hıcr kelimesinin kök anlamı “engellemek”tir, akıl kavramının sözlük anlamı da aynıdır. Akıl, insanı yanlış bilgi ve düşünceden, kötü davranışlardan alıkoyma yeteneğine sahip olduğu için ona bu isim verilmiştir. Buna göre ayet, genel olarak ilahî bildirimlerin, özellikle de bu ayetlerde üzerlerine yemin edilen doğal varlık ve olayların anlam ve değerini, Allah’ın neden bu varlıklar üzerine yemin ettiğini, insanın ancak aklını doğru kullanarak anlayabileceğini ifade etmektedir.
Bu kümedeki ayetlerde, geçmişte bazı toplulukların inkar ve azgınlıkları yüzünden nasıl helak edildiklerine, maddî güç ve imkanları olsa da bunların kendilerini ilahî azaptan kurtaramadığına dikkat çekilmekte ve sonraki nesillerin bunlardan ders çıkarmaları hedeflenmektedir. Hz. Nûh’tan sonra tarih sahnesine çıkmış olan Âd kavmi, Yemen’de Uman ile Hadramut arasındaki bölgede yaşamış eski ve önemli bir Arap topluluğudur. İrem ise Âd kavminin bir kolu olup adını kabilenin atası olan İrem’den almıştır. Aynı zamanda topluluğun yerleşim merkezine de bu ad verilmiştir. “Memleketler içinde benzeri görülmemiş olan, sütunlarla dolu İrem’e” şeklinde çevrilen 7-8. ayetlerde, son derece mamur ve azametli sütunlarıyla görkemli yapıları, rengarenk bağları ve bahçeleriyle tanınan İrem şehri söz konusu edilmiştir (bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “İrem”, DİA, XXII, 443). Bu ayetlere “Ülkelerde benzerleri yaratılmamış İrem halkına” şeklinde de mana verilmiştir. Şevkanî bu manayı tercih eder. Bu takdirde ayet burada yaşayan Âd kavminin güçlü, benzeri görülmemiş ve uzun ömürlü bir uygarlık kurduğuna işaret etmiş olur (bk. V, 508-509; krş. Rûm 30/9; Fussılet 41/15). Ancak onlar Hûd peygamberi yalancılıkla suçlamaları sebebiyle güçlerine rağmen helak olup gitmişlerdir (bk. Hakka 68/6-7; Âd kavmi hakkında bilgi için bk. Hûd 11/50-60).
Semûd kavmi de, kendilerine gönderilen Salih peygamberi yalancılıkla itham ettikleri için aynı akıbete uğramıştır (bilgi için bk. A‘raf 7/73-78; Hûd 11/61-68; Hakka 68/4-5
Zikredilen son örnek Firavun’dur. Sözlükte, “kazıklar sahibi anlamına gelen zü’l-evtad deyimi, Firavun’un binlerce çadırlık askerî gücünü ve toplumsal itibarını ifade eden mecazi bir anlatımdır (diğer yorumlar için bk. Sad 38/12). Bu ayetlerde özellikle şu noktalar dikkati çekmektedir:
a) 6. ayetteki “görmedin mi?” sorusundan Kur’an’ın ilk muhataplarının, anılan kavimlerin hayat hikayeleri ve başlarına gelen felaketler hakkında kulaktan dolma da olsa bazı bilgilere sahip oldukları anlaşılmaktadır; ayrıca onların uygarlıklarına ait bazı kalıntıları görmüş veya duymuş da olabilirler.
b) Bu ayetlerde söz konusu edilen kavimlerin iki özelliğine dikkat çekildiği görülmektedir: İlki çok güçlü olmaları, ikincisi de ülkelerinde azgınlığa sapmaları, günah ve isyanda sınır tanımamaları ve durmadan fesat çıkarmaları. Şu halde bir toplumda özelde yöneticiler ve genelde sorumluluğu olan herkes, inanç ve davranışlarında, uygulamalarında Allah’ın hükümlerini, kitabının ve peygamberinin davetini hiçe sayar, hak ve adalet ölçülerinden sapar ve sonuçta ülkeyi fitne fesat ortamı haline getirirlerse, kaçınılmaz felaketi de hak etmiş olurlar.
“Bu yüzden rabbin onların üzerine kırbaç gibi ceza yağdırdı” mealindeki 13. ayet anılan topluluklara birçok çeşitli ve peşpeşe cezaların da verildiğini göstermektedir. Nitekim bu cezalar Kur’an’da çeşitli yerlerde açıklanmıştır (mesela bk. A‘raf 7/133-134).
“Çünkü rabbin her şeyi yakından izlemektedir” mealindeki 14. ayet, Allah’ın ilminin sonsuz olduğunu, bütün kullarının tutum ve davranışlarını gözetleyip kontrol ettiğini bildiren kapsamlı bir uyarı ifadesidir.
Azgınlık ve taşkınlıkları yüzünden helak edilen kavimlerin durumu haber verilerek gereken uyarı yapıldıktan sonra insanoğlunun azmasına ve kötü sonuçlara sürüklenmesine sebep olan, kendini beğenmişlik ve bencillik duygularından gelen başka zaaflarına dikkat çekilmektedir. Hz. Peygamber Mekke müşriklerine tuttukları yolun yanlış olduğunu, bu gidişleriyle bir gün mutlaka Allah tarafından cezalandırılacaklarını hatırlattıkça onlar da tam tersine, kendi yollarının doğru olduğunu, nitekim bu sayede Allah tarafından kendilerine bol nimetler ve servetler ikram edildiğini savunuyorlardı. Şu halde 15. ayetteki “insan” kelimesiyle bilhassa belirtilen karakterdeki Mekke müşrikleri ve aynı karakteri taşıyanlar kastedilmiştir. Yüce yaratıcı, hikmeti ve imtihan düzeni gereği, böyle birini çeşitli yeteneklerle donatıp bol nimete kavuşturduğunda o, bu nimetlerle bir sınamadan geçirildiğini, bunların bir hikmetle kendisine verildiğini düşünerek şükrünü yerine getirmesi gerekirken, bu sorumluluğu aklından bile geçirmeyip sırf layık olduğu için kendisine bu nimetlerin ikram edildiğini düşünüp mutlu olur; sahip olduğu nimetlerden başkalarını yararlandırarak onların da bu mutluluğa ortak olmaları yönünde bir gayret göstermez. Fakat aynı insan rızkında bir daralma olduğunda bunun da bir hikmet gereği meydana geldiğini, uhrevî bir mükafata erişmesine veya akılsızca bir zevk ve safaya düşmekten korunmasına vesile olabileceğini yahut kendi kusurunun, çalışma ve gayretteki noksanlığının bir neticesi olabileceğini düşünerek sabretmesi ve kusurlarını gidermesi gerekirken o, kendisinin Allah tarafından göz ardı edildiği ve haksızlığa uğradığı iddiasında bulunma anlamına gelebilecek davranışlar içine girer, yakınıp sızlanmaya ve isyan etmeye başlar.
Yaygın yoruma göre “Mirası hak hukuk demeden yiyorsunuz” mealindeki 19. ayette, erkeklerin kadınların miras payına da el koymaları, keza yetimlere kalan mirası gasbetmeleri kınanmaktadır.
Bu ayetler bir bütün olarak değerlendirildiğinde burada söz konusu edilen imtihanı (ibtila) kazanmanın iki temel ölçüsünün olduğu ortaya çıkmaktadır: 1. Nimetin asıl sahibinin Allah olduğunu, O’nun nimeti bize, liyakatimiz dolayısıyla vermeye mecbur olduğu için değil, bir lütuf olarak verdiğini bilmek ve O’na minnettar olup şükretmek; nimetini kıstığı zaman da hükmüne razı olup sabretmek; 2. Allah’ın verdiği nimetleri yoksul ve himayeye muhtaç olanlarla paylaşmak, buna başkalarını da teşvik ederek bu hususta toplumsal bir duyarlılığın gelişmesine, dayanışma ve yardımlaşmanın kurumsal bir hale gelmesine katkıda bulunmak. Mekkî sûrelerin ana konularından olan bu iki davranış ölçüsü, İslamî kaynaklarda, “Allah’ın emrine saygı, Allah’ın yarattıklarına şefkat” şeklinde formülleştirilmiştir (mesela bk. Razî, XXXI, 170). Gerek bu ayetlerde gerekse Kur’an-ı Kerîm’in bütününde oluşturulmak istenen temel dinî, ahlakî, toplumsal zihniyetin özü budur. 15-20. ayetlerde müşrik Araplar’daki Allah’a karşı küstahlık derecesine kadar varan benlik iddiası, “öteki”ne karşı tam bir sorumsuzluk ve ilgisizliğe götüren egoizm ve çılgınca bir mal tutkusu son derece veciz ve etkileyici bir üslûpla eleştirilirken müslümanlar da Alah’ın iradesine uygun bireysel ve toplumsal hayatın dinî ve ahlakî temeli konusunda aydınlatılmıştır.
Kıyamet sahnelerini tasvir eden bu ayetler, benlik iddiasına, mal-mülk ihtirasına kapılarak Allah’a ve insanlara karşı sorumluluğunu unutan insana, hayatın geçiciliğini, kıyametin dehşetini, bunun ardından kendisini bekleyen, hak ettiği büyük cezayı ve sonuç vermeyecek pişmanlığı hatırlatmaktadır.
“Rabbin gelip melekler de saf saf dizildiğinde” diye çevirdiğimiz 22. ayeti selef dediğimiz daha çok ilk dönem müfessirleri herhangi bir te’vile gitmeksizin, ayetin lafzına bağlı kalarak anlamışlardır. Bu alimler, hesap gününde Allah’ın geleceğine inanırlar, fakat “gelmek”ten maksadın ne olduğu bilgisini Allah’a bırakırlar. Halef denilen sonraki müfessirler ise tenzih ilkesinden hareket ederek ayeti, “Allah’ın gelmesinden maksat O’nun emrinin gelmesidir” şeklinde te’vil etmişlerdir. Buna göre ayetin meali şöyle olmaktadır: “Rabbinin emri gelip melekler de saf saf dizildiğinde...” Allah’ın veya emrinin gelmesi ve meleklerin saf saf olması gayb aleminden olduğu için bunların mahiyeti hakkında bir şey söylemek mümkün değildir. Müminlerin görevi ise ahiret hayatına ve dünyada yaptıklarından dolayı orada Allah’ın huzurunda hesap vereceklerine iman etmektir.
Yukarıda kendisini beğenmiş, bencil ve muhteris insan tipini eleştiren ayetlerin, dolaylı olarak samimi müminler için de “Allah’ın emrine saygı ve Allah’ın yarattıklarına şefkat” şeklinde özetlenen bir inanç ve yaşama modeli ortaya koyduğu ifade edilmişti. İşte 27. ayette sözü edilen “imanın huzuruna kavuşmuş insan”, dünya hayatını bu modele göre yaşayıp tamamlamış olan mümindir. Bu ayetlerde, “Ona ahirette şöyle seslenilecek” gibi bir ifadeye yer verilmeden, doğrudan insana hitap edilmesi, Cenab-ı Hakk’ın bu yapıdaki kullarına çok güzel bir iltifatı ve özellikle ayetlerin, doğrudan kulu muhatap alan son derece zarif ve sıcak üslûbu, inanan insana, uhrevî saadetin bu dünyaya kadar yayılan müjdeli bir kokusu gibi gelmektedir. “İmanın huzuruna kavuşmuş insan” diye çevirdiğimiz “nefs-i mutmainne” bu bağlamda yukarıda başlıca özelliklerine değinilen modele göre bir dünya hayatı yaşayarak ruhunu kemale erdirmiş mümini ifade eder.
Nefs-i mutmainne derecesine ulaşan insanın iç çatışmaları yatışmış, sıkıntı ve gerilimleri son bulmuştur; o Allah ile barışık, insanlarla barışık ve kendisiyle barışıktır; dolayısıyla huzur ve tatmin içerisindedir. İnsan için en büyük saadet, kulluktaki kemali sayesinde rabbini kendisinden hoşnut etmiş, rabbi tarafından ödüllendirilerek kendisi de O’ndan hoşnut kalmış olmasıdır. Allah Teala’nın cennetine kabul ettiklerini “Benim kullarım” diye anması iltifatların en güzelidir. Bu sevgi ve hoşnutlukların kullara kazandırdığı son nimet ise cennete kabul edilmeleridir.
Fecr suresi idrak edilerek okunur ve hayata tatbik edilirse; geçmiş kavimlerin akıbeti görülür insanı kibirden ve mal hırsından arındırmaya vesile olur. Böylece, dünya hayatının geçiciliğini idrak eden kişi, Allah’ın rızasına uygun bir hayat sürmeye yönelir. Bazı alimlere göre, bu sureyi okuyanlar kazadan, beladan ve kötü kimselerin şerrinden muhafaza olur; kötülüklerden korunmak için günde 7 kez okunması tavsiye edilmiştir.
Efendi Derneği Aracılığı ile Su Kuyusu ve Kurban Bağışı Yapmak İçin Bizimle İletişime Geçiniz!