Ala suresi, Kuran-ı Kerim’in Mekke döneminde nazil olan surelerinden biridir ve Allah’ın yüceliğini tesbih etmeye, O’nun kainatı yaratışındaki hikmetleri tefekküre ve insanları hidayete çağırır. Adını, ilk ayetinde geçen “el-Ala” (en yüce) kelimesinden alan bu sure, 19 ayetle tevhid, nübüvvet ve ahiret şuurunu kalplere nakşeder. Resulullah’ın (s.a.v.) sevgisine mazhar olan bu sure okunup manası tefekkür edildiğinde, mümini Allah’a kullukta ihlasa, takvaya ve dünya hayatının geçiciliğini idrake yöneltir.
Bismillahirrahmanirrahim.
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلٰىۙ١اَلَّذ۪ي خَلَقَ فَسَوّٰىۙۖ٢وَالَّذ۪ي قَدَّرَ فَهَدٰىۙۖ٣وَالَّـذ۪ٓي اَخْرَجَ الْمَرْعٰىۙۖ٤فَجَعَلَهُ غُثَٓاءً اَحْوٰىۜ٥سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنْسٰىۙ٦اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُۜ اِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ وَمَا يَخْفٰىۜ٧وَنُيَسِّرُكَ لِلْيُسْرٰىۚ٨فَذَكِّرْ اِنْ نَفَعَتِ الذِّكْرٰىۜ٩سَيَذَّكَّرُ مَنْ يَخْشٰىۙ١٠وَيَتَجَنَّبُهَا الْاَشْقٰىۙ١١اَلَّذ۪ي يَصْلَى النَّارَ الْـكُبْرٰىۚ١٢ثُمَّ لَا يَمُوتُ ف۪يهَا وَلَا يَحْيٰىۜ١٣قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰىۙ١٤وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّه۪ فَصَلّٰىۜ١٥بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۘ١٦وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ وَاَبْـقٰىۜ١٧اِنَّ هٰذَا لَفِي الصُّحُفِ الْاُو۫لٰىۙ١٨صُحُفِ اِبْرٰه۪يمَ وَمُوسٰى١٩
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
Ala suresinin temel konusu, Allah’ın birliğini, kudretini ve yaratılışındaki hikmetleri vurgulayarak insanı tefekküre ve şükre davet etmektir. Sure, Allah’ın insanı yaratıp ona nimetler bahşettiğini, doğruyu ve yanlışı ayırt etme yeteneği verdiğini ifade eder. Aynı zamanda, Kuran’ın rehberliğine uymanın kurtuluşa, ona sırt çevirmenin ise hüsrana yol açacağını bildirir. Dünya hayatının geçici zevklerine kapılanların ahirette pişman olacağı uyarısında bulunur. Kısaca sure, tevhid, ahiret bilinci ve Kuran’a uymayı merkeze alarak insanı Allah’a kulluğa teşvik eder.
Mekke devrinde nazil olmuştur, 19 ayettir. Adını ilk ayette geçen ala kelimesinden almıştır. Sure “Sebbih” diye başlar. Bu sebepten Ala’nın yanı sıra Sebbih suresi diye de anılmıştır.
Ala suresi, Kuran-ı Kerim’in Mekke döneminde nazil olan mübarek surelerinden olup Allah’ın yüceliğini tesbih etmeye, vahyin rehberliğine ve ahiret şuuruna vurgu yapar. Bu surenin fazileti, sahih hadis kaynaklarında açıkça zikredilmiş olup müminler için manevi bereket kapısıdır. Hz. Ali’den (r.a.) rivayet olunduğuna göre, Resulullah (s.a.v.) Ala suresini çok severdi. Bu rivayet, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bu sureye özel bir muhabbet beslediğini ve okumaya ehemmiyet verdiğini gösterir. Ala suresi’nin okunması, Resulullah’ın (s.a.v.) sünnetine uymanın bir yolu olarak müminlere sevap kazandırır ve kalbi Kuran nuruyla aydınlatır. Sure, Allah’ın azametini ve nimetlerini hatırlatarak insanı tefekküre sevk eder, takva yolunda gayreti artırır.
Yine Ukbe bin Amir’den (r.a.) rivayet edildiğine göre, Ala suresi’nin “Azîm olan Rabbinin adını tesbih et” ayeti nazil olduğunda, Hz. Peygamber (s.a.v.) “Bunu rükûlarınızda uygulayın” buyurmuş; “Yüce olan Rabbini tesbih et” ayeti indiğinde ise “Bunu secdelerinizde uygulayın” demiştir.
Tesbîh, Allah’ı kendisine layık olmayan isimlerden, niteliklerden ve eylemlerden tenzih etmek, O’nun böyle kusurlardan uzak olduğunu kabul ve ifade etmektir. “Uygun şekil verme” diye çevirdiğimiz 2. ayetteki tesviye kavramı, Kur’an’da genellikle Allah’ın, yarattığı varlığa, onun varlık türünün gerektirdiği yapıyı, şekli vermesi, uygun forma kavuşturması” anlamında kullanılmaktadır. Bu ayette ise “sevva” fiilini –nesnesi belirtilmediğinden– “her şeye uygun şeklini verme” olarak anlamak gerekir (ayrıca bk. Hicr 15/29).
Allah’ın yol göstermesinden (3. ayet) maksat, yarattığı şeylerin tabiatını belirleyip onu hedefine doğru yöneltmesidir. Şevkanî ayeti şöyle yorumlar: “Allah varlıkların cinslerini, türlerini, niteliklerini, ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini, ecellerini takdir etmiştir; her birini yapabileceği, kendisine uygun olan davranışlara yöneltmiş ve yaratıldığı amaç istikametinde hareketini kolaylaştırmış, din ve dünya işlerinde yapması gerekeni ona ilham etmiştir” (bk. V, 493).
4 ve 5. ayetler, Allah’ın baharda yeşil bitkileri bitirip vakti gelince onları kapkara bitki kalıntısı haline getirmesi şeklinde açıklandığı gibi mecazen “canlı varlıklara hayat veren ve zamanı gelince onları öldüren” anlamında da yorumlanabilir. Bazı çağdaş yorumcular 5. ayetin, kömür madeninin teşekkülüne işaret ettiğini ileri sürmüşlerdir. Buna göre ilahî kudret önceleri her türlü bitkileri, ağaçları yetiştirip uzun zaman sonra bunları kömür haline getirmiştir, ayet bu olayı ifade etmektedir. Zira kömür yataklarının daha önceki jeolojik dönemlerde yaşamış olan dev bitkilerle ormanların geçirdiği değişikliklerin ardından yer altında basınç ve ısı etkisiyle kömüre dönüşmüş olduğu bilinmektedir. Cansız madde olan taş ve topraktan yemyeşil otların ve ormanların çıkması nasıl Allah’ın kudretini gösteren bir olaysa onların zamanla taş kömürüne dönüşmesi de öylece O’nun kudretini gösteren bir olaydır (bk. Elmalılı, VIII, 5747-5758; Emin Işık, “A‘la Sûresi”, DİA, II, 311).
Hz. Peygamber ilk dönemlerde kendisine gelen Kur’an vahyini ezberleme konusunda oldukça aceleci davranıyor, bir kelime veya harfi kaçırma korkusuyla Cebrail vahyi henüz tamamlamadan tekrar etmeye çalışıyordu. Bu sebeple Resûlullah’a Kur’an okurken acele etmemesini emreden ve onu unutmayacağı konusunda güvence veren Kıyamet 75/16-19. ayetleriyle, “Sana Kur’an’ı okutacağız ve Allah dilemedikçe unutmayacaksın” mealindeki bu sûrenin 6. ayeti inmiştir. Böylece bir taraftan Hz. Peygamber bu davranışından vazgeçirilmiş oluyor, diğer taraftan da vahyin korunmasının güvenceye alındığı bildiriliyordu (Şevkanî, V, 494). Hz. Peygamber’in unutmaktan korunmuş olması da Allah’ın kudretini gösteren delillerdendir. Peygamberin şahsında gerçekleşen bu ilahî mûcizenin sırrı, Kur’an’ı okuma ve ezberleme tarzında ümmetin hafızalarında sürekli olarak tecelli etmektedir. 7. ayette unutturmama garantisine, “Allah dilemedikçe...” şeklinde yapılmış bulunan istisna hususunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları bu istisnanın neshe delalet ettiğini yani “Allah herhangi bir hükmü yürürlükten kaldırmak istediği zaman onu peygambere unutturur” manasına geldiğini ifade ederler. Bazı alimlere göre ise bu ayet –tıpkı “Gerçek şu ki, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız” (bk. İsra 17/86) mealindeki vb. ayetlerde (mesela bk. Hûd 11/107-108) olduğu gibi– peygamberin unutmasını Allah’ın hiç dilemediği, dolayısıyla onun da hiçbir zaman unutmadığı” anlamına gelir (bk. Şevkanî, V, 494; Elmalılı, VIII, 5760). Bize göre “Sizler ancak rabbinizin (bunu) dilemesi sayesinde dileyebilirsiniz” (İnsan 76/30) ayetinde olduğu gibi burada da bir ilahî kanuna, bir ilkeye atıf yapılmaktadır. Kulunu yaratılış amacına uygun olarak şekillendiren ve donatan Allah’tır. O böyle yapmasaydı insan böyle olmazdı; düşünemez, konuşamaz, aklında tutamaz, unutamazdı. 6. ayete göre Resûlullah, kendisine okutulanı (Kur’an’ı) asla unutmayacaktır; ancak bu, Allah istediği için böyledir; unutmasını isteseydi elbette unutacaktı.
Müfessirler, “Sana kolaylık ve huzurun yollarını açacağız” mealindeki 8. ayeti de Hz. Peygamber’in şahsına özgü olarak değerlendirip kolaylaştırmayı “Allah’ın onu, beşerî bir çaba göstermeden Kur’an’ı ezberlemeye, dinin kurallarını uygulamaya, kendisini cennete götürecek amelleri yapmaya muvaffak kılması” şeklinde yorumlamışlardır (Zemahşerî, IV, 243-244; Razî, XXXI, 142-143). Şevkanî ise “din ve dünya işlerinden hangisine yönelirse o yolda muvaffak kılması” anlamında yorumlamıştır (bk. V, 494). Önceki ayetlerde kurtuluşun, nefsi ve malı arındırıp ahirete hazırlıklı gitmekte olduğu bildirilmişti. 16. ayette ise insanların genellikle geçici dünya hayatı ve zevklerini ahirete tercih ettikleri hatırlatılmaktadır. Oysa ahiret hayatı daha hayırlı, kalıcı ve sonsuzdur. Bu durum, –yüce Allah’ın rahmetinin bir tecellisi olarak– inkarcıları bir kere daha uyarmak, müminlere de böylesi yanlışlardan uzak durmaları yolunda telkinde bulunmak üzere 17. ayette vurgulu bir şekilde ifade edilmiştir (ayrıca bk. A‘raf 7/169; Yûsuf 12/109; Duha 93/4).
Kitaplar” diye çevirdiğimiz suhuf kelimesi kitapla eş anlamlı olan sahîfenin çoğuludur. Bu bağlamda kitap, Allah tarafından peygamberlere gönderilen vahyi ifade eder. Buna göre her iki ayette yer alan suhuftan maksat, “Hz. İbrahim ve Hz. Mûsa’ya verilen kitaplardır. Bu iki peygambere nisbet edilen sahîfeler, geçmiş vahiylerin sadece birer örneğini teşkil eder. Çünkü vahiy bunlarla sınırlı değildir. İsimleri bildirilen başlıca kitaplar, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’dır. Sahîfelerden 10’unun Hz. Âdem’e, 50’sinin Şît’e, 30’unun İdrîs’e, 10’unun da İbrahim’e verildiği rivayet edilir (bk. Zemahşerî, IV, 245).
Şuara sûresinin 196. ayetinde olduğu gibi bu son ayetler de vahyin tek kaynaktan, Allah’tan geldiğini ve ilahî dinlerin iman, ibadet ve ahlak konularında aynı prensipleri, evrensel gerçekleri ve değerleri getirdiğini ifade etmektedir. Konuyla hiçbir alakası olmadığı halde bu ayetlerden, Kur’an’ın lafız değil, mana ve hüküm olduğunu, bunun ise belli bir dile ait bulunmadığını, başka peygamberlere gönderilmiş kitaplara da Kur’an denilebileceğini ve Kur’an’ın namazda her dilden okunabileceğini söyleyenler, peşin hükümlerine sonradan kanıt arama yoluna girenlerdir. Söyledikleri doğru olsaydı bile okumak için –sıradan insanların çevirileri değil– eski peygamberlere gönderilen vahyin asıl metinlerine ihtiyaç olur, yalnız bunlar okunabilirdi. Bu da –o metinler mevcut olmadığı için– fiilen imkansızdır.
Sure adını 1. ayette geçen, “en yüce, en üstün” manasındaki “ala” kelimesinden almış olup kaynaklarda yaygın olarak bu adla tanınmaktadır.
Efendi Derneği Aracılığı ile Su Kuyusu ve Kurban Bağışı Yapmak İçin Bizimle İletişime Geçiniz!