Kuran-ı Kerim’in 96. suresi olan Alak suresi; Mekke’nin Hira Mağarası’nda, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) Cebrail (a.s.) vasıtasıyla inmiştir. Alak suresi “oku” emriyle başlar ve Allah’ın insana bahşettiği akıl ve idrak nimetine işaret eder. Allah’ın yaratan, terbiye eden ve ilimle donatan sıfatlarını anlatarak müminleri kainata bu nazardan bakmaya çağırır.
Alak suresi, insanın yaratılışındaki hikmeti ve Allah’ın sonsuz lütfunu anlatmanın yanı sıra nefsin azgınlığına karşı da ikaz eder. “Alak” kelimesiyle, insanın bir damla kandan nasıl var edildiği anlatılır. Allah, ilmin ve kalemin faziletini överek müminleri ilim ve bilgiye teşvik edip Ebu Cehil örneğinde olduğu gibi kibir ve inkarın insanı nasıl helake sürüklediğini de gösterir.
Bismillahirrahmanirrahim.
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ١خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ٢اِقْرَأْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُۙ٣اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ٤عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ٥كَلَّٓا اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰىۙ٦اَنْ رَاٰهُ اسْتَغْنٰىۜ٧اِنَّ اِلٰى رَبِّكَ الرُّجْعٰىۜ٨اَرَاَيْتَ الَّذ۪ي يَنْهٰىۙ٩عَبْداً اِذَا صَلّٰىۜ١٠اَرَاَيْتَ اِنْ كَانَ عَلَى الْهُدٰىۙ١١اَوْ اَمَرَ بِالتَّقْوٰىۜ١٢اَرَاَيْتَ اِنْ كَذَّبَ وَتَوَلّٰىۜ١٣اَلَمْ يَعْلَمْ بِاَنَّ اللّٰهَ يَرٰىۜ١٤كَلَّا لَئِنْ لَمْ يَنْتَهِ۬ لَنَسْفَعاً بِالنَّاصِيَةِۙ١٥نَاصِيَةٍ كَاذِبَةٍ خَاطِئَةٍۚ١٦فَلْيَدْعُ نَادِيَهُۙ١٧سَنَدْعُ الزَّبَانِيَةَۙ١٨كَلَّاۜ لَا تُطِعْهُ وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ١٩
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
“Oku” emriyle başlayan bu sure, vahyin başlangıcı ve İslam’ın ilk nuru olarak kabul edilir. Resulullah’ın (s.a.v.) bu ayetlerle başlayan risalet yolculuğu, ümmet için sabır ve teslimiyetin timsali olmuştur. Surede ilmin ve kalemin yüceliğine vurgu yapılır. “Ki O, kalemle yazmayı öğretti; insana bilmediğini bildirdi.” ayetleri, Allah’ın insana lütfettiği bilgi, ilim ve idrak nimetini hatırlatır ve müminleri ilime teşvik eder. Alimler Alak suresini idrak ederek okumanın kalbi gafletten arındırdığı ve kişiyi Rabbine daha çok yaklaştırdığını ifade etmiştir. Ayrıca, surenin son ayetinde “Secde et ve Rabbine yaklaş” buyruğu, ibadetin özünü teşkil eder.
Alak Suresi, aynı zamanda insanı kibir ve azgınlıktan sakındıran bir uyarıdır. Ebu Cehil gibi inkarcıların, Hz. Peygamber’i ibadetten menetmeye yeltenmesi üzerine inen ayetler, kula haddini bilmeyi ve Allah’ın azabından korkmayı telkin eder. Bu sureyi hakkıyla okuyup idrak eden mümin, nefsinin şımarıklığından arınıp ve tevazu ile Rabbine yönelir.
“Nüzûlü” bölümünde açıklandığı üzere bu ayetler Hz. Peygamber’e inen ilk vahiy olup ona ve onun şahsında bütün müslümanlara okumayı emretmiş, onları kalemle yazmaya ve ilimde gelişip yetkinleşmeye teşvik etmiştir. İlk vahyin “oku” emriyle başlaması ve bu emrin iki defa tekrar edilmesi, okumanın ve bilmenin dinde ve insan hayatında ne kadar önemli olduğunu gösterdiği şeklinde yorumlanır. Kur’an’ın, canlılar arasında insanın farklı ve üstün yerini onun öğrenme özelliği ile tanımlaması son derece anlamlıdır (ayrıca bk. Bakara 2/31). Ayette Hz. Peygamber’e emredilen okumanın konusu belirtilmemiştir; çünkü başta kendisine indirilen vahiy ve kozmik evrendeki ayetler olmak üzere, okunması yani üzerinde inceleme yapıp zihin yorarak hakkında bilgi edinilmesi, ders ve ibret alınması, iyi ve faydalı sonuçlar üretilmesi gereken her şeyi tanıması, hakikatini anlayıp kavraması istenmektedir. Kuşku yok ki en başta yaratanı tanımak, dinin de ilmin de temel gayesidir. Bu sebeple “Yaratan rabbinin adıyla oku!” buyurularak Hz. Peygamber’in okuma faaliyetine veya herhangi bir işe, başka varlıkların adıyla değil, yaratan rabbinin adıyla başlaması ve O’ndan yardım istemesi emredilmiştir. Ayete “Yaratan rabbinin adına oku!” şeklinde de mana verilebilir. Sonuçta okumanın (veya herhangi bir faaliyetin) Allah’ın adıyla, Allah için ve Allah adına yapılması emredilmiştir. Ayette “Yaratan rabbinin adıyla oku!” buyurularak özellikle yaratma sıfatına vurgu yapılmıştır. Çünkü hem insandaki okuma yeteneği ve imkanını hem de onun okuduğu, incelediği, anlamaya ve kavramaya çalıştığı objeleri, nesneleri yaratan Allah’tır. İnsan, bilgi edinme sürecinde Allah’ın verdiği imkan ve yetenekleri kullanmakta, O’nun yarattığı şartlarda ve onun yarattığı varlıklar üzerinde inceleme ve araştırmalar yapmaktadır. Durum böyle iken, yani O’nun yarattığı yeteneklerle O’nun yarattığı varlık alemini incelerken, bütün bu lütufları görmezlikten gelerek Allah’a şükretmemek, O’nu tanımamak, üstelik bunu bilim adına yapmak büyük bir nankörlüktür.
Sözlükte “yapışmak, asılmak, sevgi, ilgi, pıhtılaşmış kan, kan emen kurtçuk” gibi anlamlara gelen 2. ayetteki “alak” ile aşılanmış yumurtanın ana rahminin iç cidarına asılı vaziyetinin (zigot) kastedildiği anlaşılmaktadır. Ayetler insanın kamil bir varlık haline gelmesi için önce yaratanı, sonra da yaratılanı yani kendisini ve evreni tanımasının gerekli olduğunu gösterir (insanın yaratılış safhaları hakkında bk. Hac 22/5; Mü’minûn 23/14).
“Nüzûlü” bölümünde anlatıldığı üzere Cebrail Hz. Peygamber’e “oku” dediğinde o okuma işinin okuma yazma bilenler tarafından yapılabileceğini düşünerek “Ben okuma bilmem” demişti. İşte 3. ayet, bir bakıma Resûl-i Ekrem’in bu dolaylı özür beyanına bir cevap olmaktadır. Buna göre Allah’ın keremi sonsuzdur; O, insanı “alak”tan yaratıp mükemmel bir varlık haline getiren ve peygamberlik gibi yüce bir makama kadar erdiren kudretiyle, dilediği kullarına normal yollardan, yani kalemi ve diğer bilgi malzemesini kullanarak bir hocadan bilgi almasını sağlayarak okumayı öğretir, ama O, kullarından dilediğine, bir öğretici ve öğrenim aracılığı olmadan bilgi öğretmeye de kadirdir.
4 ve 5. ayetlerde kalemin önemi vurgulanmıştır; çünkü “kalem” kelimesiyle anılan yazma araçlarında sayılamayacak kadar çok ve büyük faydalar vardır. Kalem vasıtasıyla ilimler tedvin edilmiş, hikmetler kaydedilmiş, öncekilerle ilgili haberler, bilgiler zaptedilmiş; kalem sayesinde insanlar bilgilerini yazıya, kitaba dönüştürüp başkalarına aktarmış, kalıcı hale getirebilmiş; Allah tarafından indirilmiş olan kutsal kitaplar yine bu araçla yazılmıştır. Kısaca uygarlıklar kalem sayesinde süreklilik kazanmış, kuşaktan kuşağa aktarılmış; Allah kalem vasıtasıyla insana bilmediklerini öğreterek onu cehalet karanlığından kurtarmış, ilmin aydınlığına kavuşturmuştur. Burada “kalem” kelimesinin, –işlevi ve amacı dikkate alındığında– bilinen kalemden bilgisayara kadar bütün okuma, yazma ve bilgi alıp verme araçlarını kapsadığını da belirtmek gerekir.
Müfessirlerin çoğunluğu 6. ayette eleştirilen “insan” ile bilhassa İslam’ın en azılı düşmanlarından olan Ebû Cehil’in kastedildiğini belirtirler. Rivayete göre Ebû Cehil, “Lat ve Uzza’ya yemin olsun, Muhammed’i namaz kılarken görürsem mutlaka ensesine binip yüzünü toprağa sürteceğim!” diyerek onun namaz kılmasını engellemeye karar vermişti. Hz. Peygamber’i namaz kılarken gördüğünde yeminini yerine getirmek isteyince hemen geri döndüğü ve garip bir şekilde elleriyle kendini korumaya çalıştığı görülmüş; niçin böyle tuhaf hareketler yaptığı sorulunca, “Benimle onun arasında ateşten bir hendek, korkunç bir varlık ve bazı kanatlı şeyler meydana geldi” demiştir. Hz. Peygamber, “Eğer bana yaklaşsaydı melekler onu kapıp parça parça edeceklerdi!” buyurmuş, bu olay üzerine 6-19. ayetler inmiştir (bk. Müslim, “Münafıkīn”, 38; İbn Kesîr, VIII, 461). Bu ayetlerin nüzûlüne böyle bir olay sebep olsa da, burada ifade edilen evrensel gerçek, hangi devirde olursa olsun insanın hayat mücadelesinde Allah’ı unutup yalnız kendine güvenmesi, her durumda kendisini yeterli görüp Allah’ın yardım ve tevfikinden kendisini müstağni saymasıdır. Kur’an, Cahiliye putperestleri örneğinde, Allah’a karşı bu küstah tavrı çeşitli vesilelerle eleştirmektedir.
“Gerçek şu ki” diye çevirdiğimiz kella kelimesi olumsuzluk edatı olup devamında kendisinden sonra anlatılanların aslında olmaması gerektiğini ifade eder. Bu bağlamda, zenginliğine güvenerek şımaran ve kendini kendine yeterli görerek nankörlük eden, azgınlaşıp hakka sırt çeviren insanın böyle yapmaması gerektiğini vurgular. Zira gerçekte insan zayıf ve muhtaç bir varlıktır; sağlık, huzur, sükûn ve emniyet içerisinde hayatını devam ettirebilmesi için öncelikle Allah’a ve kendisinin de üyesi bulunduğu toplumun diğer fertlerine ihtiyacı vardır. İnsanların ellerinde bulunan bütün imkanların gerçek sahibi ise kendileri değil, onu yaratan ve istediği anda ellerinden alma gücüne sahip olan Allah Teala’dır. Buna rağmen insanın sahip olduklarına aldanıp şımararak Allah’a itaatten uzaklaşması, kendini kendine yeterli ve başkalarından üstün görmesi, kaderinin kendi elinde olduğunu iddia etmesi vb. küstahça tutumları bilgi, iman ve basiret eksikliğinden kaynaklandığı için Allah tarafından kınanmıştır.
Alak sûresini Kur’an’ın ilk inen sûresi olarak kabul edenlere göre bu ayet de Kur’an’da ahiret hayatına dikkat çekmek üzere inmiş ilk ayet olup bir uyarı olarak dünya hayatının geçiciliğini, sonunda herkesin hesap için mutlaka Allah’ın huzuruna getirileceğini, bu sebeple azgınlık ve taşkınlıklardan sakınılması ve ahiret hayatı için hazırlık yapılması gerektiğini hatırlatmaktadır. Daha sonra inen birçok ayette ahiret hayatının varlığı kesin ve net bir şekilde açıklanarak iman esaslarından biri olduğu ortaya konmuş, dünyada yapılan iyi veya kötü işlerin orada hesabının sorulup karşılığının verileceği, iyilerin ödüllendirileceği, kötülerin ise cezalandırılacağı haber verilmiştir (bk. Bakara 2/177; Nisa 4/136). Bütün bunlar ise ilk muhataplara ve bütün insanlığa yapıp ettiklerinden hesaba çekileceklerini, hesabını verebilecekleri bir hayat sürdürmeleri gerektiğini anlatır. Bizim tercih ettiğimiz meale göre 8. ayet, önceki iki ayetle bağlantılı olup, elindekini kendine ait sanan, Allah’ın gerçek sahip ve malik olduğu bilincinden yoksun bulunan, bu yüzden böbürlenen, azıp sapan insana karşı bir uyarıdır.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu ayetler Hz. Peygamber’e hitap ederek onun ve müminlerin Kabe önünde namaz kılmalarını engellemeye kalkışan Ebû Cehil’e karşı bir eleştiri ve uyarıdır. Ancak bunları genel anlamda bütün insanlık için bir uyarı olarak değerlendirmek daha uygun olur. Zira ayetlerin içeriği dikkate alındığında burada, belli tarihsel kişi ve olayların ötesine uzanılarak her dönemde görülen ve dinin sosyal hayatı iyilik, hak ve adalet ilkeleri yönünde şekillendirme işlevini engellemek isteyen bütün zorbaların eleştirildiği ve insanlığın onlara karşı uyarıldığı anlaşılmaktadır. 11-12. ayetler ise hem kendisi doğru yolda olan hem de başkalarına Allah’a saygılı olmayı ve sorumluluk şuuru içerisinde bulunmayı emreden bir kimsenin ibadetten veya dinin emirlerini yerine getirmekten engellenmesinin kesinlikle yanlış ve haksız olduğunu ifade eder.
“Perçeminden yakalayacağız” sözü mecazi bir ifade olup, “Onu tutup cehenneme atacağız, yüzünü kara çıkaracağız, alnını damgalayacağız, alçaltacağız” gibi değişik şekillerde açıklanmıştır (bk. Razî, XXXII, 23). Kendini kendine yeterli gördüğü için azgınlık eden ve Allah’ın kullarının ibadet etmelerine, dinin emirlerini yerine getirmelerine engel olan kişinin, imtihan gereği bir süre veya dünya hayatı boyunca serbest bırakılsa da sonunda bir gün gelip yakasına yapışılacağı, hak ettiği cezayı göreceği bildirilmektedir. Ayette bu cezanın dünyada mı yoksa ahirette mi verileceğine dair bir açıklama yapılmadığına göre her ikisini de kapsadığı düşünülebilir. Nitekim Ebû Cehil ve benzerleri müslümanlar karşısındaki yenilgileri ve tükenişleriyle bu dünyada cezalarını görmüşlerdir; ayrıca ahirette de cezalandırılacakları birçok ayette haber verilmektedir.
“Kurultay” diye çevirdiğimiz nadî kelimesi, “bir konuda istişare etmek üzere toplanmak” anlamına gelen nedve kökünden türemiş olup kurultayda bir araya gelen heyeti ifade eder. Cahiliye döneminde Mekke’de bu tür toplantıların yapıldığı yere daru’n-nedve denilirdi. “Zebaniler” diye çevirdiğimiz zebaniye kelimesi ise “itmek, savmak” anlamına gelen zeben kelimesinden türemiş çoğul bir isim olup dinî terim olarak azap meleklerini ifade eder. Rivayete göre Resûlullah İbrahim’in makamında namaz kılarken Ebû Cehil, “Ben sana namaz kılma demedim mi!” diyerek onu tehdit edip engellemek istemiş, Hz. Peygamber de ona sert bir şekilde karşılık vermişti. Ebû Cehil, “Sen beni ne ile tehdit ediyorsun? Vallahi ben bu memlekette adamları en çok olan kimseyim” demiş, bunun üzerine bu ayetler inmiştir (bk. Kurtubî, XIX, 127). Allah Teala, “O hemen kurultayını çağırsın, biz de zebanileri çağıracağız” buyurarak Hz. Peygamber’e meydan okuyan Ebû Cehil’in yetersizliğini ortaya koymak istemiştir. Nitekim Ebû Cehil bu ayetleri dinlediği halde kötü niyetini gerçekleştirme yönünde herhangi bir teşebbüste bulunmaya cesaret edememiştir.
19. ayette tekrarlanan “hayır!” anlamındaki kella edatı da, o azgın insanın, Hz. Peygamber’e kötülük etmek üzere taraftarlarını çağırmaya asla cesaret edemeyeceğini gösterir. Burada Resûlullah’a, böyle azgın, Allah ve peygamber tanımaz kimseye boyun eğmemesi, namaz kılmaya ve secde etmeye devam ederek Allah’a yakınlaşma gayretlerini sürdürmesi emredilmiştir. Şüphe yok ki Allah’a yaklaşmak, O’nun emirlerine itaat etmekle ve bu itaatin en anlamlı ifadesi olan secde ile mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber, “Kulun rabbine en yakın olduğu an secdede bulunduğu andır” buyurmuştur (Müslim, “Salat”, 215).
Alak suresi Mekke’de nazil olmuştur ve 19 ayettir. İlk beş ayeti, Hira Dağında Peygamberimiz’e (s.a.v.) ilk inen ayetlerdir.
“Oku” emriyle başlayan sure, Allah’ın insanı bir “alak”tan yarattığını bildirerek O’nun yaratma kudretini ve ilmini vurgular. Böylece, ilmin ve tefekkürün değerini ortaya koyarken insanı şükre ve kulluğa davet eder. Sure, aynı zamanda kendini müstağni gören, azgınlaşan ve namazı terk eden kimseleri uyarır; Ebu Cehil’in Hz. Peygamber’i ibadetten menetmeye çalışması gibi örneklerle, kibir ve inkarın akıbetini gözler önüne serer.
Buradaki “alak” kelimesi Arapça’da “asılı duran şey”, “pıhtı” vb. anlamlara gelir. Alak suresinde genellikle insanın yaratılış sürecinde anne rahminde döllenmiş yumurtanın rahim duvarına tutunan hali(zigot) olarak kullanılmıştır.
Efendi Derneği Aracılığı ile Su Kuyusu ve Kurban Bağışı Yapmak İçin Bizimle İletişime Geçiniz!